Yaşayan Müzelerle Kültürel Mirasa Sahip Çıkmak!

Türkiye binlerce yıl boyunca çeşitli kültür, medeniyet ve dinlere ev sahipliği yapmış, toprakları nedeniyle dünyanın kültürel anlamda en potansiyel sahibi birkaç ülkesinden biridir. İngiltere’deki meşhur Stonehenge’den 7000 yıl, Mısır Piramitleri’nden ise 7500 yıl daha öncesine dayanan Göbekli Tepe, Anadolu Medeniyetleri, Asur, Hitit, Roma Dönemi, Selçuklu, Osmanlı kültürel mirası ve daha birçoğu ülkemizin zengin kültürel mirasını oluşturmaktadır. Gün yüzüne çıkarılmış ören yerleri ve müzelerimizde sergilenen eserlerin yanı sıra halihazırda devam eden yüzlerce arkeolojik kazıda tarihe ışık tutan ve üzerinde bulunduğumuz Anadolu topraklarının eşsizliğini hatırlatan eser ve kalıntılara rastlanmaktadır. Örneğin 6.000 yıllık tarihe ışık tutan Kayseri Kültepe kazılarında dünyanın belki de ilk ticaret merkezi ve kadınların ticarette söz sahibi olduğu, hatta evlilikler sonrası boşanma anlaşmaları ve kadınlara nafaka ödemeleri yapılmasıyla ilgili yazılı tabletler bulunmaktadır. Bu kazılarda ayrı şahıslara ait olan yaklaşık 23.500 adet çivi yazılı tablet eski çağa dair çok kıymetli bir arşiv konumundadır ve Kültepe Eski Asur Tüccar Arşivleri 2015 yılında UNESCO Dünya Bellek Kütüğü’ne kaydedilmiştir.

Bu az bilinen kültürel miras alanlarımıza örnek olarak ülkemizde en popüler olan ve ziyaretçi alan, ziyaretçi aldığı için maddi olarak yeteri kadar desteklenebilen alanlar Ayasofya, Topkapı Sarayı, Efes Antik Kenti, Denizli Hierapolis Antik Kenti, Truva ve Sayın Cumhurbaşkanımızın 2019 yılını Göbeklitepe yılı ilan etmesi nedeniyle yeni yeni Göbeklitepe. Ülkemizdeki kültürel ve tarihi alanların çeşitliliği ve zenginliği göz önünde bulundurulduğunda daha gidecek çok yolumuz olduğu ve bu alanlarımıza hak ettiği önemi verip ülkemizin tanıtımına katkıda bulunulmasında kullanmamız gerektiği, aksi takdirde bu alanların çürüyüp gideceğini, büyük yağmacılara ve definecilere karşı savunmasız hale geleceğini gözden kaçırmamalıyız.

Kültürel olarak özellikle 19. yüzyılda tarihi eserleri Almanya, İngiltere, Fransa ve ABD gibi ülkeler tarafından yağmaya uğramış bir ülke olarak üzerimize düşen kültürel mirasımıza maddi manevi sahip çıkmak, müzeleri, ören yerlerini ve hatta bulunduğumuz şehirlerdeki kazı alanlarını ziyaret etmek ve farkındalığı artırmaktır. Eğer bunu yapmazsak ülkemizden kaçırılmış ve şuan British Museum, Louvre, Pergamon Museum gibi dünya müzelerini süsleyen binlerce eserimiz gibi yenilerinin de kaçırılmasının önünde herhangi bir engel kalmayacak.

 Bunun yanında kültürel miras farkındalığının bir başka önemi de maalesef kendi mirasımızı kendi insanımızdan da koruma gerekliliğidir. Bugün binlerce yıllık antik kentlerimizin ve yapılarımızın duvarlarında “Ali Ayşe’yi seviyor”, “Hüseyin buradaydı” gibi duvar yazıları görüyoruz, elimizde kalanın kıymetini bilmediğimiz zamanda bu alanlarımızı koruyamamış ve gelecek nesillere bize bırakıldığı gibi bırakamamış oluyoruz. Aynı zamanda yurtdışına kaçırılan eserlerimizi geri isterken yabancı ülkelerin gözünde zaten elindekini koruyup sahip çıkamayan ülke imajının oluşmasını engelleyemiyoruz. Bu nedenle toprakları batılı ülkeler tarafından kültürel yağmaya uğramış bir neslin evlatları olarak bizlere farkındalığa sahip olup bu farkındalığı elimizden geldiği kadar yayabilmek konusunda çok iş düşüyor.

 Bu konuda bizlere farkındalık ve kültürel mirasa sahip çıkmak düşerken müze yönetimlerinin de müzeleri ve ören yerlerini yaşayan alanlar olarak konumlandırmak, insanların AVM’ler yerine müzelere gitmelerini sağlayabilmek düşüyor. Örneğin Londra’da yer alan British Museum’da kalıcı eser teşhirlerinin yanında haftalık ve günlük etkinlikler, workshoplar, sergiler, paneller, konserler ve çocuk etkinlikleri yapılıyor. Bu sayede her yaştan insanda hem müze hem de kültür sevgisi oluşuyor, bununla birlikte müzeler devamlı ziyaretçi aldığı için sürdürülebilir gelir elde ediyor. Hatta Avrupa’da birçok müzenin girişi ücretsiz olmakla beraber tüm gelir içeride sağlanan etkinlikler ve ticari alanlardan elde ediliyor.

Özetlemek gerekirse müzelerimizi, ören yerlerimizi ve arkeolojik kazı alanlarımızı koruyup gelecek nesillere aktarabilmemiz için hem toplum olarak bilinç ve farkındalığı inşa etmemiz, bunun yanında müzelerimizin de, müze ve ören yerlerini yurtdışındaki örnekler gibi “yaşayan” alanlar olarak konumlandırabilmek için azami gayreti göstermesi gerekiyor. Bu sayede müzelerimiz ve ören yerlerimizi dünyaya tanıtarak ülkemizin sadece deniz, kum, güneş destinasyonu değil aynı zamanda dünyanın en zengin kültür destinasyonu olduğunu anlatabiliriz.

 

Ege Bağlıkaya

BM Dergi

Öncekini Oku

Şehirleri ve Aşkları birbirine bağlayan Anadolu’nun 5 Tarihi Köprüsü

Sonrakini Oku

Tarihte En Anlamsız 10 Savaş

Yorum Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.